DemirlerMarket.tk
  Kovancilar
 

Kovancılar Tarihi


Bugün büyük bir gelişim gösteren ve Palu´yu çok gerilerde bırakan Kovancılar, 1934 yılında kurulmuş ve Romanya´dan Türkiye´ye göç eden soydaşlarımızın bir kısmı bu köye yerleştirilmiştir.Önceleri boş ve çorak olan bu arazi üzerinde bundan sonradır ki hızlı bir çalışma başlamış, iki mahalleden oluşan Kovancılar Giderek sesini duyurmaya başlayan  en güzel, en planlı yerleşim birimlerimizden biri olmuştur.
    1934 yılında alınan bir kararla, (300) evlik bir soydaş grubunun, Kovancılara, diğer iki ayrı grubun da Hoşmat ve Şenova köylerine yerleştirilmeleri uygun görülmüştü. Kovancılar ismi, Bulgaristan´ın Silistre iline bağlı Tutrakam ilçesinin Kovancılar köyünden esinlenerek alınmıştı.Çünkü Gelen göçmenlerin bir kısmı da, bu köyden göç ederek Köstence limanı üzerinden anavatan´a gelmişlerdir.
   İstanbul´dan da Elazığ´a gönderilen ve Palu yöresinde yerleştirecek olan bu soydaş topluluğu, köylerinin inşaatı bitinceye kadar da, komşu köylerde konuk edilmişlerdir.O dönemde vali olarak Elazığ´da, Tevfik Sırrı Gür bulunuyordu.Tevfik Sırrı Gür, ülkemizin tanınmış ünlü valilerinden biriydi.Bugün Elazığ´da Öğretmenevi olarak kullanılan eski Halkevi, Kız Sanat Enstitüsü binası, İstasyon Caddesindeki Atatürk İlkokulu da Vali Tevfik Gür zamanında yapılmıştı.
    Gittiği her ilde yapıtlar bırakan Tevfik Gür, hale ünlü valiler arasında anılmakta ve adı hiç bir zaman unutulmamaktadır.Soydaşlarımızın büyük bir özenle yetiştirilmelerinde ve vatana kazandırılmalarında Vali Tevfik Sırrı Gür´ün büyük hizmeti geçmiştir.Kovancıların temeli de 1935 yılında Vali Tevfik Sırrı Gür tarafından atılmıştır.Bugün çakırtaş olarak anılan Hoşmat ve Şenova köylerinde gene o dönemde gelen Balkan Türkleri yerleştirilmişti.Kovancılar Cumhuriyet tarihimizin ilk planlı köyü olma şansına da sahiptir.Çalışkan insanların sayesinde hızla gelişmiş 10.09.1988 tarihinde 3352 sayılı yasa ile Elazığ´a bağlı bir ilçe olmuştur.Bugün doğu illerimizden birinde vali olarak bulunan Mustafa Tamer de Kovancılara ilk kaymakam olarak gelmiştir.
Göç ve Kültürel Gelişim
Birgün doğup, büyüdüğün yerleri terket deseler kaç kişi sorgulamadan kabul eder acaba.Kaç kişi tüm yaşadıklarını bir kenara bırakıp gitmek ister ya da kaç kişi ayrılmak ister sevdiklerinden, vatanından...Peki ya bir gün gitmek zorunda kalırsanız?
Doğup büyüdüğün yerleri terketmek, anılarını, sevdiklerini, vatanını geride bırakarak gitmektir en zoru...Ama yinede yüreklerde filizlenen umutlardır tek destekçi tek arkadaş...Kimilerinde mazisi baskın gelmiştir ve ayrılmamıştır topraklarından, kimilerinde ise kendi topraklarında başka milletlerin bayrakları altında yaşamak zor gelmiştir ve başlamıştır göçler...
Tarih boyunca Balkanlar ve daha başka birçok kesimden göçler olmuştur Türkiye’ye...Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya...Bulgar işgali üzerine Atatürk’ten yardım isteyen Romen topluluğunun Türkiye’ye göçü bu şekilde sağlanmıştır.Bu göçlerle birlikte 2 tarafta istediklerine belki bir adım daha yaklaşmıştır belkide  ilk büyük adım buydu.Artık esaret altında yaşamamaktı, gelenlerin isteği ve gelme nedenleri...
Henüz yeni kurulmuş sayılabilecek bir ülkenin, Türkiye’nin Avrupa kültürüyle tanışması, Avrupa kültürünün tanıtılmasıydı belki de çağırılış nedeni.amaç Avrupa kültürünün birtakım güzelliklerini gösterebilmek,belki de çağdaşlık yolunda,uygarlık yolunda bir kaç adım daha ilerleyebilmekti Atatürk’e göre.Türkiye’ye gelen göçmenler Atatürk’ün vesile olmasıyla geldikleri için “Atatürk Göçmenleri” adını almışlardır.
Hiçbir toplu göç skıntı gidermek amaçlı ya da durup dururken yapılmaz.Bulgar baskısına dayanamayıp göçen ailelerden birinin çocuğuydu Tahsin Amca.Vatanını, toprağını, birçok sevdiğini geride bırakırken 6 yaşındaydı ve o yaşlardaki birçok taze belleğin hatırlayacağından farklı şeyler kazınmıştı hafızasına.Bulgarlar ve annesi...”Bulgarlar vakitli vakitsiz kapıya dayanır, hatta bazen kapıyı bile kırarlardı.Evde erkek varmı diye sorarlardı bizde yok derdik.Ama ne fayda evi köşe bucak ararlardı.
Eğer evde bir erkeğin olduğunu görürlerse at arabalarını kullandırtırıp kendilerini konferanslara götürüp getirmelerini emrediyorlardı.İşkence yapmazlardı ama çok hakaret ederlerdi.Bazende döverlerdi.Annem o zamanlar çok hastaydı.İnce hastalık derdi babaannem.O kadar hastaydı ki 5 yaşındaki çoçuktan medet umardı.Göç etmeden 1 yıl önce öldü annem.” diye anlatıyordu Tahsin Amca.”Arkadaşlarımı bile hatırlayamıyorum lakin Bulgarlar ve annemi hiç unutamadım.” derken Tahsin Amca’nın dolu gözlerine şahit olmakta bir o kadar zordu.
 

GÖÇ VE KÜLTÜREL DEĞİŞİM


Birgün doğup, büyüdüğün yerleri terket deseler kaç kişi sorgulamadan kabul eder acaba.Kaç kişi tüm yaşadıklarını bir kenara bırakıp gitmek ister ya da kaç kişi ayrılmak ister sevdiklerinden, vatanından...Peki ya bir gün gitmek zorunda kalırsanız?

Doğup büyüdüğün yerleri terketmek, anılarını, sevdiklerini, vatanını geride bırakarak gitmektir en zoru...Ama yinede yüreklerde filizlenen umutlardır tek destekçi tek arkadaş...Kimilerinde mazisi baskın gelmiştir ve ayrılmamıştır topraklarından, kimilerinde ise kendi topraklarında başka milletlerin bayrakları altında yaşamak zor gelmiştir ve başlamıştır göçler...

Tarih boyunca Balkanlar ve daha başka birçok kesimden göçler olmuştur Türkiye’ye...Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya...Bulgar işgali üzerine Atatürk’ten yardım isteyen Romen topluluğunun Türkiye’ye göçü bu şekilde sağlanmıştır.Bu göçlerle birlikte 2 tarafta istediklerine belki bir adım daha yaklaşmıştır belkide  ilk büyük adım buydu.Artık esaret altında yaşamamaktı, gelenlerin isteği ve gelme nedenleri...Henüz yenni kurulmuş sayılabilecek bir ülkenin, Türkiye’nin Avrupa kültürüyle tanışması, Avrupa kültürünün tanıtılmasıydı belki de çağırılış nedeni.amaç Avrupa kültürünün birtakım güzelliklerini gösterebilmek,belki de çağdaşlık yolunda,uygarlık yolunda bir kaç adım daha ilerleyebilmekti Atatürk’e göre.Türkiye’ye gelen göçmenler Atatürk’ün vesile olmasıyla geldikleri için “Atatürk Göçmenleri” adını almışlardır.

Hiçbir toplu göç skıntı gidermek amaçlı ya da durup dururken yapılmaz.Bulgar baskısına dayanamayıp göçen ailelerden birinin çoçuğuydu Tahsin Amca.Vatanını, toprağını, birçok sevdigini geride bırakırken 6 yaşındaydı ve o yaşlardaki birçok taze belleğin hatırlayacağından farklı şeyler kazınmıştı hafızasına.Bulgarlar ve annesi...”Bulgarlar vakitli vakitsiz kapıya dayanır, hatta bazen kapıyı bile kırarlardı.Evde erkek varmı diye sorarlardı bizde yok derdik.Ama ne fayda evi köşe bucak ararlardı.Eğer evde bir erkeğin olduğunu görürlerse at arabalarını kullandırtırıp kendilerini konferanslara götürüp getirmelerini emrediyorlardı.İşkence yapmazlardı ama çok hakaret ederlerdi.Bazende döverlerdi.Annem o zamanlar çok hastaydı.İnce hastalık derdi babaannem.O kadar hastaydı ki 5 yaşındaki çoçuktan medet umardı.Göç etmeden 1 yıl önce öldü annem.” diye anlatıyordu Tahsin Amca.”Arkadaşlarımı bile hatırlayamıyorum lakin Bulgarlar ve annemi hiç unutamadım.” derken Tahsin Amca’nın dolu gözlerine şahit olmakta bir o kadar zordu.

Romanya’dan İzmit’e gemi aracılığı ile oradanda tren ile Malatya’ya gelen göçmen grubu arasındaydı Tahsin Amca ve ailesi...Buraya geldiklerinde valilik tarafından el üstünde tutulmalarına rağmen, yerli halk tarafından ilk olarak benimsenmemiş birnevi ikinci plana atılmıştı göçmen aileleri.O zamanın Türkiye’sinin tanınmış valilerinden olan Tevfik Sırrı Gür tamda göçmen aileleri için geniş bir yer aranıyorken söylemişti o sözünü “Öyle bir köy kuracağım ki Türkiye’de adıyla sanıyla en büyük köy olacak.”Ortada 200 dönümlük bir alan bırakılıyor ve 300 haneden ibaret bir KOVANCILAR köyü kuruluyor.1934 yılının 11. ayında inşaatlar bitmiş iki mahallede yapılı hale getirilmiştir.Tuna ve Çaybaşı mahallerinden oluşan bu yeni köy sadece göçmenlere ait bir köy olduğu için ismininde onlar tarafından verilmesi istendi.Geldikleri yerin adıydı Kovancılar ve onlar yine aynı isim altında yaşayacaklardı.Tamamı göçmenlerden oluşan bu köy zamanla Türkiye’de kurulan en güzel planlı ve en büyük köy olmuştur.Evler öylesine bir düzenle kurulmuştu ki her evin kendine ait bir bahçesi vardı.Belediye haline geldikten sonra bölgeye politikacılar getirildi ve Kovancılar, o güzelim, planlı olarak kurulan parmakla gösterilen köy, tamamen sağlıksız bir yapılaşma içerisine girdi.

Heryerde aynıdır bu düzen, bir nevi alışkanlık ya da ortak düşüncedir, yeni gelenler kabul edilmez hemen benimsenip bizden biri olarak algılanmaz.İlk yerleştirildiklerinde hakim olan düşünceydi yerliler arasında ve bu durumun hakimiyeti esnasında birbirlerinin destekçileri, yardımcıları oluşmuş kendi kendilerine yetmeye çalışmışlardı.Aynı duygular paylaştırılmıştı, kader birliği vardı ve hiç bilmedikleri bir yerdeydiler.Bu durumdada elbette en yakınları girecekti devreye ve aynı duyguların yaşandığı yüzlerce hanelik bir paylaşım olacaktı.”Zaten aralarında ikinci planda kaldığımız yerlilerin bu anlamasıydı en zor olan.Nerden bileceklerdi vatanından ayrılmak zorunda kalmayı, bilinmedik bir yere gelmeyi, ikinci plana atılmayı..”Bu yüzdendi tek desteğin yine kendi içlerinde olması.Başlarda 300 hanelik çok güzel bir köydeyken daha kolaydı belkide ama ya sonrası...Zamanla batıya göçler olmuştu ve çoğu aile İzmit İstanbul Bursa gibi yerlere gitmişti.Kimilerine göre neden doğudaki terör kimilerine göre beğenmeyişti...

Ne zordur beklediğimden daha farklı bir konumda olmak.Halbuki hayal edilenler, arzulananlar başkaydı en başlarda.Hayallerdir en zor anların kurtarıcısı,  pes etme anının destekçisi, umut ışığı...Çoğu zaman avuntu hayallerdedir ve hayallerin gerçekciliğidir beklenen.Bulgar esareti altında yaşamak belkide en zor dönemlerdi.O dönemlerki hayallerin birbiri ardına sıralandığı, umut ışığının başka diyarlarda parladığı dönemlerdi.Göç etmek çözecekti bütün sorunları ve göç ederek daha ferah olacaktı mekanları.Sabahları uyandıklarında güneş ışığının parlayışını, gökyüzünün kızıllığının güzelliğini yeniden yaşayacaklardı.Öyle ya göç edilen yer umutların yeşerdi yerdi ve orası daha iyi olmalıydı.Göç etmenin bir amacı olmalıydı ve bu göç umudun adı, özgürlüğün amacıydı...

Bulgar esareti yeterince ağır geliyordu zaten; onların dediğini yapmak, onlar için çalışmak, kendi yurdunda ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmek...Hayatın her anı çalışmayı kapsar, çalışmayı gerektirir.Yaşamın şartı yaşayabilmenin şartıdır.Romanya’nın sulak, verimi bol arazilere sahip oluşu çiftçiliği ön plana çıkarmıştı.Ekilen, sürülen tarlalar ve bunun sonucunda Bulgarlara verilmek üzere toplanan ürünler.Hayallerden biriydi bu; göç ederlerse kendi tarlalarını sürecek, başkası için değil kendileri için çalışacaklardı.Tahsin Amca’nın aileside bu verimli topraklarda çiftcilik yaparak geçimini sağlıyordu.Baskılardan kurtulma seçeneklerin en mantıklı olanı Türkiye’ye göçtü.İlk hayal kırıklığını Kovancılar’da dönem beylerine çalışmaya başladıklarında yaşadılar.Boğaz tokluğuna derler ya öyle işte.Tarlada çalışarak elde ettikleri mısırı helvayla takas ederlermiş.”O zamanlar bi bey koskoca bir ovaya sahipti ve fakirlerde emrinde çalışıyordu.Göçmenlerin bazısı mallarını orada satıpta geldiler.Böylece buraya geldiklerinde çok zorluk çektiler ve beylerin emrinde çalışmak zorunda kalmadılar.Ama bazısıda herşeyini bırakıp geldi.Onlar burada beylere çalışmak zorunda kaldılar.Rahata ulaşacağız diye buraya göç etmiştik ama burada da zengin beyler tarafından çalıştırıldık.” diye anlatırken hayal kırıklığı gözlerinden okunuyordu.

Hayallerin kırılma noktasıdır asıl zor olan. Hani olur ya küçük bir çocuğun büyük heveslerle bir işe başlaması ama sonra da boynu bükük kalması… böyledir hayal kırıklığı, böyle acıdır ama bir taraftan da böyle de gerçektir. Ama her hayal kırıklığının bir çıkışı olmalıydı.bu sonsuza giden karanlık bir tünel değil, sabrettikçe uzaktaki ışığının yakınlaştığı bir tünel olmalıydı. Nitekim öyle de oldu. 1960’larda devlet beylere darbe vurdu. Koskoca topraklara sahip, emrinde bir çok fakir çalıştıran beyler zamanla ortadan kalktı. Sonra devlet her haneye bir öküz verdi. Pulluk da verilince her iki aile birleşip bir tarlayı sürmeye başladı. Kendileri için çalışıyorlardı, artık kendi topraklarını sürüyorlardı daha ne isteyebilirlerdi ki. Buda ışığıydı, sabırla aşılmak istenen tünelin.

Aynı ortamı paylaşan kişi veya topluluklar her daim b,r alışveriş içerisinde bulunmuşlardır. Gerek kültür, gerek gelenek görenek, gerekse alışkanlıklar üzerinedir bu alışverişler. Atatürk’ün istediği de bu değil miydi zaten?.. taraflar arası etkileşim, kültür alışverişi, kültür tanıtımı… Avrupa kültürüyle zaten hiç tanışmammış olan yerli halk, göçmenler tarafından getirilen Avrupa kültürüne bir türlü uyum sağlayamadı. En açık örneklerinden biridir hıdrellez… Nasıl olduğu, anlamının bile bilinmediği Kovancılar halkına anlatıldı. Yerli halkın kadınları sokağa çıkmaz, erkeklerden kaçar gibi yaşarlardı ama göçmen halkla gelen hıdrellezle o iki yüz dönümlük arazi renk renk giysiler giymiş kadın ve kızlarla dolup taştı. Bugün orta Asya’da nevruz nasıl kutlanıyorsa hıdrellez de öyle kutlanıyordu. Yılardır memlekette hıdrellez kutlanılmasına rağmen oradaki heyecanın, coşkunun tadını bulamamıştır o şenliklere şahit olanlar. “Şenlik günü tüm kadınlar renk renk giyinir meydana dökülürdük. Bir kova vardı ve tüm kadınlar o kovanın içine yüzük, künye gibi eşyalarını koyarlardı. Sonra o sayıda maniler vardı. Kovanın içinden mani ve eşya çekerdik. Eşya kime aitse çıkan mani onun olurdu.” diye belirtiyor Tahsin amcanın masmavi gözlü kızı. “Hıdrellez şenlikleri çok güzel geçerdi. Pehlivanlar güreşirdi. O zaman sırtı yere gelmeyen pehlivanları çoktu. Sonra bir yere yumurta dizerdik ve kendine güvenenler nişan alıp vurmaya çalışırlardı. Kazanan kim olursa kaymakam veya vali ona bahşiş ve ödüller verirdi.” diye de arkasından ekliyor Tahsin amca.

Göçten uzunca bir müddet geçmesine rağmen hala kaynaşmamıştı göçmen halk ve yerliler. Yerleştirildikleri bölgeye yabancıydılar, yerliler onları sanki hastalıklılarmış gibi görüyorlar ve ne kadar uzak olursak o kadar iyi düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Her yerlerde bilinir “yenileri benimsememe” düşüncesi ama bu biraz ağır değil miydi? Gelenler ne hırsız, ne katil, ne de davranıldığı gibi hastalıklı pis insanlardı ama yine de ilk geldiklerinde yerli halkın “neden geldiler neden buraya yerleştirildiler?” gibi düşüncelerini, hastalıklılarmış gibi onlardan kaçışını engelleyemediler. Bu da onların yeni yaşam bölgeleri ile kaynaşmasını büyük ölçüde engellemiştir. Dönemin en güzel, en planlı köyü olan Kovancılara bir türlü ısınamadılar. Karşılıklı yaşanan uzun süre ısınamayış, benimsemeyiş kız alıp verme gibi bir çok ilişkinin de olmamasını beraberinde getirmiştir. Bir çok durumun aşılması gibi bu da zaman almıştır.

Henüz 13-14 yaşlarında üç yüz hanelik bir yerleşim birimidir Kovancılar. O zamanlar yapılaşma artık bitmişti ve bir okul, bir işçilik binası gibi yapılara sahip olmuşlardı. İlkokulu Kovancılarda okumuş olan Tahsin amcanın dediklerine göre ilk zamanlar öğretmenler yerine eğitmenler varmış ve onlar görev alırmış. Daha sonra asıl öğretmenlerin atanmasıyla eğitmenler görevden alınmış. El birliğiyle yapılan okullarında artık devlet tarafından atanan Tahsin amcanın tabiriyle hakiki öğretmenler görevdeydi ancak bu serüven de fazla sürmedi Tahsin amca için ve sadece ilk okulu bitirebildi.

Etkileşim sürecidir çoğu zaman bitmeyecek olan. Keşkelerin yerini iyi kilerin aldığı belki de başta yıldırıcı ama sonu iyi süreçler… bir taraf verirken bir taraf almış, sonra verme sırası diğer tarafa geçmiştir. İyiyi, doğruyu verebilmektir kötü olanı düzeltebilmektir en güzeli. Gittiğiniz yere güzellikler adına katkınızın olmasıdır en önemlisi. Nedense kötü olan, yanlış olan daha cezp edici gelir insanlara ve onlara olan eğilimi daha fazla olur. Bu yüzdendir iyiliği kötülüğü yaymanın zorluğu… Geldiğiniz yerin hırsızlık, kavgaların hüküm sürdüğü bir yer olarak düşünün… Orada yaşayacağını bilmek ilk başta ne de zor gelir insana değil mi?.. Ama zoru başarmaktır güzel olan. Hırsızlıkların hat safhada olduğu dönemlerdi ve her bir göçmen aile dönmemek için gelmişlerdi buraya. Tek yapılması gereken kendi benliklerinin kaybedilmemesiydi. Hiçbir özel çabaya gerek kalmaksızın sadece kendiniz olduğunuz için örnek alınmanız, yanlıştan doğruya geçişte rolünüzün olması her şeye bedeldi beklide. Göçmen ailenin yerleşimlerinden bir müddet sonra hırsızlıklar azalmıştı artık. Artık göç eden ailelerin ağızlarında “keşkeler” yerine “iyi kiler” vardı… “Eskiden hırsızlıklar, kavgalar vardı buralarda. Bizim gelmemizle azaldı, azalttık onları.” Diye söze başlayan Tahsin amca başından geçen bir olayı heyecanlı heyecanlı, adeta tekrar yaşıyormuş gibi anlatmaya başladı. “Yerli halk Türkçe konuşmuyordu, Kürtçe konuşuyorlardı. O zamanlar Elazığ teyyare meydanı (havaalanı) yeni yapılıyordu. Babamda orda işe girdi. Çalıştığı bir gün bir adam gelmiş akşam saatlerinde. Babasına “bu gece burada kalsam olur mu?” demiş. Bunda hiçbir sakınca görmeyen baba da kabul etmiş. O gece boyunca konuşmalar yaşanmış aralarında, adam sordukça babası da cevap veriyormuş. Tabii bir yandan da kağıt kalem elde not tutuyormuş adam. Ertesi gün adamın ilk durağı direkt göçmen ailelerin yaşadığı bölge olmuş. O zamanlar amcam yukarı mahallenin muhtarıydı. Onun yanına gidip kardeşinin ineklerini kendisine sattığını parayı ona ödediğini ve şimdi de inekleri almaya geldiğini söylemiş. Amcam önce inanmamış ama adamın kardeşi hakkında bildiklerini dinleyince inanıvermiş ve inekleri kendi elleri ile teslim etti. Hatta yardım olsun diye ineklerimizi dereye kadar ben sürdüm. Birkaç gün sonra babam geldi. Hepimiz üzgündük ve ben babam daha kapıdayken “neden sattın” diye sordum. Önce “neyi sattım oğlum? Neden söz ediyorsun?” diye cevap veren babam durumu öğrenince çok üzüldü. Ama işin peşini bırakmadık. Bir iki gün boyunca sorup soruşturdu babam çünkü onlar tek geçim kaynaklarımızdı. Sonunda adamın buradan Kop köyüne gittiğini öğrendik. Hemen biz de gittik tabii ama kendimizi tüccar diye tanıttık. Birkaç ev dolaştıktan sonra bir evin ahırında bulmuştuk ineklerimizi ve hemen karakola gitmeyi tercih ettik. İnekleri ahırında bulduğuz adamda “bu inekler benim, paramla aldım onları.” deyip duruyordu. Yani o da dolandırılmıştı. Birkaç ay sonra karakoldan haber geldi inekler tekrar bize verilmişti ve diğer adamın parasını geri almak için aranacaktı dolandırıcı. Sonunda ekmek teknemizi kurtarmıştık. Babam da, evdekiler de buna çok sevindik ve bu olay hem babama hem de bize güven konusunda büyük bir tecrübe oldu”… Azimdir çoğu şeyde sonuca ulaşmamızı sağlayan, kararlılıktır, pes etmeyiştir ve zaferdir bunun meyvesi. Tıpkı bu olaydaki gibi bir zafer…
 

 
                                                           RUMELİ’DEN GÖÇ VE KOVANCILARIN KURULUŞU

             İlkbahar yağmurları, kalabalığın gözlerinden akan yaşlar gibi iniyordu çorak toprağa. Genç kadınlar,erkekler, nur yüzlü yaşlılar, annelerinin elinden tutmuş altın saçlı, maviş gözlü çocuklar… Hepsi bir son ve aynı zamanda bir başlangıç için hazırlanıyorlardı. Ayrılık vakti gelmişti. Anneler babalar evlatlarına; dedeler torunlarına; kardeşler bacılarına sarılıyor,biraz sonra ayrılacakları sevdiklerinin kokularını unutmamak için içlerine çekiyorlardı. Aylar  öncesinden almışlardı haberi. Vatanlarına, aslında ait oldukları ama hiç bilmedikleri topraklarına gideceklerdi, Atatürk çağırmıştı onları. Türklüklerini doyasıya yaşayabilmek, gavur toprağından çıkıp, Müslüman toprağına yerleşmek için gideceklerdi. Analar babalar yürekleri yanarken, bir yandan yapmaları gerekeni yapıp at arabalarına evlatlarının eşyalarını yüklüyor, bir yandan da evladı ‘Evladım seni bırakmam’ diye haykırıyorlardı. Birbirlerine söyledikleri son sözler ‘bir daha ancak kıyamette görüşürüz’ oldu. Arabaları çekmek için hazırlanan atlar sırtlarına bindirilen yüklerin ağırlığından olsa gerek güçsüz cılız adımlarla kişneyişlerle  yola koyuldular. Neler yoktu ki o at arabalarında…. Onları nelerin beklediğini bilmeyen insanlar gerekebilecek her şeylerini yanlarına almışlardı. Yatak döşeklerini, kapları tencereleri belki de sadece umutları yanık uyanık kalsın diye kandillerini… ve en önemlisi tüm hatıraları, gelenekleri adetleri benlikleri at arabalarındaydı. 
            At arabaları onları yeni hayatları için ağır ağır Köstence limanına taşıdı. Bazılarının hayatında vapurla ilk karşılaşmaları da bu döneme denk geldi. Tam 180 hane geride kalan hayatlarından şimdiye taşıyabildikleri ne varsa almışlardı yanına. Yaşadıkları ayrılık onlara  bir kez de yolda hatırlattı kendisini. Ne eşyalarının, ne de yüreklerinin ağırlığını taşıyamadı vapur denen, hissiz demir parçası; yan yattı sonunda.çocuğuyla yaşlısıyla ölüme onu hissedecek kadar yaklaştılar. Ve hiç bilmeseler de hissettiler memleket kokusunu, İstanbul Boğazından geçerken. İndikleri Tuzla Limanında önce devlet otoritesiyle aşılandılar teker teker ve sesleri yanık türküler gibi hüzün veren trenlere bindiler bu sefer. Devlet muhacirler için topraklar ayırmıştı elbette. Kiminin yolculuğu kısa sürdü ve Bursa’da, Sakarya’da indi,
 Kimide ilerledikçe bozkırlaşan toprağını tanımaya çalışarak Doğu Anadolu’ya, Elazığ’a kadar geldiler. Yeni yurtlarına gelip  yerleşeli iki ay olmuştu. Trenden inip havasını suyunu bilmedikleri bu memlekete ilk adımlarını atar atmaz valinin himayesine girmişlerdi. Sarı saçları güneş gibi parıldayan, gök gözlü, beyaz tenli bu insanlar; esmer yanık tenli Elazığ halkı içinde o kadar dikkat çekiyorlardı ki! Muhacirler için onlara Türkiye’nin en güzel en düzenli köyünü hediye edeceğim diyen vali  Tevfik Sırrı Gür[1] ile muhacirlerin kendilerine baş seçtikleri molla Ahmet efendi hemen köy için uygun bir yer arayıp buldular. Ve o zamanlar Sekrat Ovası[2]  denilen geniş dümdüz bir ovada karar kırdılar. Şimdi geriye kalan bu insanların başlarını sokup yuvam diyebilecekleri bir yer yapmaktı. Valinin özverisiyle o iş de çabucak tamamlandı; kısa bir süre içersinde Sekrat Ovasında hazırlanan köy; tek katlı, sıralanmış evleriyle kendisini  sessizlikten kurtaracak sakinlerini beklemeye başladı. İki ay önce geldikleri gün; köye yaklaşırken; adımları ve bakışları ne kadar şüpheci, ne kadar yorgun, ne kadar korkmuştu… Dağ gibi yorgunluk muydu; vedaların açtığı bir türlü  kabuk tutmayan yaralar mıydı; yoksa gelecekleri hakkında bir şey bilmemenin verdiği çaresizlik miydi buna neden olan? Göçmenler geldiler; gök gözlere yerleşen sevinç pırıltılarından, çocukların neşeli koşuşturmalarından orada bulunan herkes anladı ki; yeni insanlar yeni evlerini beğenmişler…
 Arkada bıraktıklarını  unutamadıklarından bu köye de eskisiyle aynı adı verdiler; Kovancılar[3]… ve imdi, ellerinde bez bebekleriyle kerpiçten evlerinin önünde oyun oynayan
 küçük kızlarıyla, evlerden yükselen yemek kokuları, bakır tencere gürültüleriyle kovancılar yaşanan bir köy olmuştu. Tek bir sorunu vardı göçmenlerin; köylerinin yakınlarında bulunan yerli köylülerin davranışları…..

Romanya’da dillerini bile tam konuşamadıkları Rum komşularıyla huzur içinde yaşarken, vedalaşırken birbirleri için gözyaşı döküp helallik isterken; aynı dini, aynı dili, aynı şanlı tarihi paylaştıkları  bu insanlarla anlaşamıyorlardı. Neydi onları görünmez kapılarla engellerle birbirlerinden uzak  tutan? Gelenek farklılıkları mıydı? Belki ama ayrı geleneklerde yaşattıkları tüm duygular, tüm coşkular, sevinçler, hüzünler insanı değil miydi,hepsinin kalbine mutluluk duyunca sıcacık bir şeyler akmıyor muydu? Belki de kıskançlıktı neden. Atatürk göçmenleri getirtmişti, ancak sadece onlar ait oldukları yerde yaşasınlar diye değil, göçmenlerin aldıkları, gördükleri Avrupa kültürünün,  Atatürk’ün modernleştirmeye çalıştığı Anadolu ve Anadolu insanı üzerindeki etkisinin büyük olacağını düşündüğü için. Toprak insanının hiçbir şeye  gözüyle görmeden inanmadığını, hiçbir şeyi uygulandığını görmeden uygulamadığını bilen Atatürk göçmenleri bir nevi öğretmen tayin etti. Bunu bilen, sezen yerliler belki de uzunca bir süre bu yüzden kabullenemediler göçmenleri. Gerçekten de Atatürk’ün öğretmenleri farklıydılar. Geldikleri ilk günden itibaren hanesini  sahiplenen bu insanlar karınca gibi durmadan çalışmaya başladılar. Hanedeki kişi sayısına göre belirlenen küçüklü büyüklü topraklarda, tarlalarında kendileri için, yavruları için bir şeyler üretmeye başladılar. İlk başta zorlandılar belki, tarlalarını ıslatamadılar, suya susamış güller gibi hayallerinin de kuruyup gideceğini sandılar ama yaşadıkça, alıştıkça her şeyin düzeldiğini gördüler. Tarlalarında yetiştirdikleri bitkiler büyüyüp, orak zamanı geldiğinde kadını erkeği birlikte kalkıp akşamdan doyurdukları atlarını alıp, tarlanın yolunu tuttular. İkindi sıraları tüm aile eve döner, erkekler davar işlerine bakar, kadınlar evde temizlik yapar, bütün gün çok çalışmış olan  ev ahalisine yemekler yapardı. Hava kararınca özellikle de kış gecelerinde komşu komşuya oturmaya gider; yalnızlık, mutsuzluk kapı dışına, simsiyah geceye bırakılırdı. Hanenin kadınları ellerindeki pamukları önce iplik yapar,sonra da küçük beyaz elleri, ayakları üşümesin diye çocuklarına eldiven, çorap örerlerdi.

At sevdasından, at arabasının kolaylığından bir türlü vazgeçemeyen göçmenlerle yerlilerin bir farkı da buydu. Yerliler tarla işlerinde öküz kullanırlardı. Ama göçmenler için bazen çalıştırdıkları, bazen yarıştırdıkları ama hep gözleri gibi baktıkları atların yeri çok farklıydı. Aynı topraklarda yabancı gibi yaşadılar uzun süre göçmenlerle yerliler. Sevdiklerinin özlemine bir de yalnızlık katılınca dayanamadı bazı göçmenler ve Bursa’da, Sakarya’da inip kendilerine bambaşka bir yol çizen akrabalarının yanına gittiler. Geride kalanlar, onları çiğneyip, yutmak isteyen yalnızlığa, karanlığa direnircesine daha çok kilitlendiler birbirlerine, daha çok bağlandılar gelenek göreneklerine. Önce, tarlalarda çalışıp yorulan erkekler, odalar kurdular kendi aralarında.topluluğun en yaşlıları çıkıp,  konuşur, gençler de onları dinler oldu. Bu sohbetlerde dağıtılan keyif kahvesini, hiçbir şeyin hazırının bulunmadığı bu dönemde değirmenlerinde yine kendileri çektiler. Hiç vazgeçemedikleri bu keyiflerini, Romanya’dan getirdikleri kulpsuz kahve fincanlarından içtiler, bıraktıklarını hatırlarcasına. Bir de sigara eklendi mi bu keyiflerine tüm yorgunluklarını unuturlardı. Kendi elleriyle sardıkları sigaranın havadaki dumanı şekillendikçe kimi zaman hasret çektikleri ana babalarına benzedi, kimi zaman kardeşlerine. Tiryaki olanların kendi bahçelerinde yetiştirdiği sigarayı gençler hep gizli içtiler.
Birbirlerine yetmeye çalışan bu toplulukta; genç yürekler, uzaktan uzağa bakıp, ilk kıpırtıları hissedince, aileler devreye girerdi. İki tarafında müsait olduğu bir Cuma akşamı oğlanın ailesi, güvendikleri bir komşularını kızın ailesine gönderirlerdi.komşu aracılığıyla haberdar edilen kız tarafı bu niyeti uygun görürlerse, oğlan tarafı gidip kızı gelinleri olarak isterlerdi.büyüklerine saygısından  damat, isteme ziyaretlerine asla katılmaz, gelin de ancak 
Gelen konuklara ikramda bulunmak için ortaya çıkardı. Başında oyalı yazmasıyla gelin, mutfağında tüm olup biteni, yabancı biri gibi, söze hiç karışmadan sessizce dinlerdi.düğün zamanı  geldiğinde, ailelerin tüm sevenleri toplanır, at arabaları adeta gelin gibi süslenir ve arabalar bu mutluluk duyurulmak istenircesine dolaştırılır, gezdirilirdi. Arabaların içindeki gelinler sarındıkları parlak kumaşlarla, giydikleri renkli şalvarlarla  yeni hayatlarına en güzel halleriyle başlarlardı.
Baharın gelişiyle, genç kızlar, kadınlar her zaman başlarına alıp örttükleri mavili kırmızılı ekose örtülerini çıkarır, en güzel elbiselerini giyip, yeşil bahçelerde açan çiçeklere benzerlerdi.erkekler kendi aralarında güreşir; atlarını yarıştırır; bu yarışlarda kazananlara koçlar hediye edilirdi. Yapılan yoğurtlu pideyle keşkekle kıvırma cızlamayla aileler doyar bahar bereketli sofralarla kutlanırdı.
Evet, göçmenler farklıydı… zaman geçtikçe onlar için yapılan kerpiç evlere kat, hafızalarına hatıralar eklendi. Yüreklerinde daha önce hiç tatmadıkları duygular, kıpırtılar hissettiler. Yüreklerini tutsak etmiş zift karası mutsuzluk da onları terk etti ve kimi zaman çeşme başı sohbeti yaptıkları, kimi zaman sevilen bir yemeği paylaştıkları diğerleriyle birbirlerini tanıdılar yani yerli kültürle tanıştılar.zaman acımasız davrandı onlara; hızla geçti göçenlerin bir çoğu bugün yaşamıyor ama yaşayanlar ve onların çocukları yine hayata gülümsüyorlar…
İnsanoğlunun gelip, çoğu zaman iz bırakmadıkları bu dünyada onlar;  kültürleri, dürüstlükleri, çalışkanlıkları, yardımseverlileriyle özgün bir masalın pamuk prensesini, uyuyan güzelini, Robin Hood’unu canlandırıyorlar…

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol